Hergünebi'şey.
Dikkat!
Geri Dön

Dikkat!

Una
Una

Oxford tarafından 2024 yılının kelimesi olarak “brain rot (beyin çürümesi)” seçildiğinden beri (hatta onun öncesinde de, ancak büyük bir çoğunluğu bu kelime ile) her türlü içerik ve sosyal medya platformu dikkat süresi, beyin çürümesi, ekran bağımlılığı ve hatta insanların bazı canlı türleri ile kıyasıyla doldu. Yılın kelimesinin bu içerik çılgınlığı konusunda payı büyük olsada ekran bağımlılığı ve dikkat süremizin azalması gibi sorunlar biraz daha eskiye dayanıyor. Madem ki bu konu bu kadar meşhur (ve elzem), ben de yakın zamanlarda okuduğum bir kitaptan da esinlenerek bir yazı paylaşmak istedim.

Amerikan Psikoloji Derneği’ne (APA) göre dikkat süresi bir bireyin elindeki göreve ya da ilgi nesnesine yoğunlaşabildiği süreyi ifade etmektedir. Gelişmiş bilgisayar programları yokken gayet basit bir mantık sonucu kronometre ile ölçülen bu dikkat süresinde yıllar içinde bir düşüş gözlenmiş (en azından iddialar bu yönde). Bu düşüş sadece geçmiş yıllarla kalınmayıp canlılar alemi (evet, o balıktan bahsediyorum) ile de kıyaslanmış. Kimisi ise bu “Japon balığı” kıyasının saçma, yanlış ve anlamsız verilere dayanılarak yapıldığını söylemekte çünkü dikkat süresi eldeki göreve göre oldukça değişken bir değer alabiliyormuş. Yani yaptığınız bir iş için ayırdığınız dikkat bir başka işe göre o işin doğası gereği daha kısa ya da uzun olabiliyor. Aynı zamanda bu tür dikkat süresi azalması yorumu yaparken çoğu zaman “ortalama” denilen oldukça sorunlu bir istatistiki veri kullanılıyor. Herhangi bir veri setinin ortalaması o veri setini oluşturan her bir örnekten etkilenir bu sebeple de örneklerinizi çok dikkatli seçmeniz gerekmektedir. Dikkat süresi özelinde konuşmak gerekirse veri setinizi oluşturan örneklerin yaşları, cinsiyetleri, diyetleri, stres seviyeleri, meslekleri, sürenin ölçüldüğü eylem gibi pek çok değişken tarafından etkilenebilir. Bu liste daha da uzayıp gidebilir çünkü insan zihnini alakadar eden bir yetiden bahsediyorsak ister istemez pek çok fizyolojik, biyolojik ve psikolojik etmeni de göz önüne almamız gerekiyor. Uzun lafın kısası “Bir japon balığından bile daha kısa dikkat süresine sahipsiniz!” diyenlere “Kaynağın nedir?” diye sormayı akıl edip verdiği kaynağı da iyi incelemek gerek. Ancak her insan için bu tür sonuçlara varılan bilimsel araştırma makalelerini okumak kolay olmayabilir. Bu noktada devreye herkesin malumu olan Evrim Ağacı, Bebar Bilim gibi bilim iletişimciliği devleri devreye girmekte. Bu konuda yakında bir yazı paylaşacağım, merak edenler takipte kalmayı unutmayın. Trendleri bu kadar yerdikten sonra dönelim asıl konumuza.

Dikkat süresi belli ki sağda solda kastedilenden çok daha karışık bir konu ve üç beş rakama indirgenemiyor. Öyleyse konuya farklı bir bakış açısı ile yaklaşmayı deneyelim ve Neil Postman’ın doktora danışmanı Marshall McLuhan’dan etkilenerek öncülerinden biri olduğu medya teorisi üzerinden gidelim.

“Ortam metafordur.” gibi garip bir Türkçeye sahip “The medium is the metaphor.” sloganı ile başta televizyon olmak üzere mesajın iletildiği ortamın mesajın içeriğini nasıl etkilediğini anlattığı “Amusing Ourselves to Death” (Türkçeye “Televizyon: Öldüren Eğlence” adıyla Ayrıntı yayınevi tarafından çevrilmiş) adlı eseri ile insanlığın dikkat süresinin (ve belki de odaklanma yetisinin) nasıl etkilendiğini daha 1980’lerde dile getiren Neil Postman, ileriyi görme yetisi yüksek aydınlardan biriydi. Adı geçen eserinde meşhur sloganını anlatmak için Postman şöyle bir örnek verir: Felsefi bir argümanı dumanla haberleşme yöntemleri ile tartışamazsınız. Daha ikinci argümanınıza gelemeden yakıtınız tükenecektir çünkü duman ile iletebileceğiniz kavramların bir sınırı vardır ve karmaşık fikirleri bu şekilde ifade edemezsiniz. Buradan yola çıkarak mesajın iletildiği ortam mesajı kısıtlayacaktır (ya da özgür kılacaktır) der; bir toplumun entelektüel ve sosyal kültürünü görmek için o toplumun ana akım medyasının ne olduğuna bakılması gerektiğini de ekler. Kendisi Amerika’nın yeniden kendi aydınlanma çağını yaşaması için çabaladığından (ve kendisi de bir Amerikan olduğundan) tüm örneklerini Amerika üzerinden verir ve ufak bir Amerika tarihi ardından televizyonun nasıl tüm Amerikan evlerinde yer edindiğini anlatır. Ardından televizyonda yayınlanan programlardan dem vurarak her şeyin nasıl bir “show business” yani “gösteri işi”ne dönüştüğünü gözler önüne serer. Eskiden sadece yerel haberlere hakim olan halk önce telgrafın ardından televizyonun gelişi ile daha önce ruhunun dahi duymadığı binlerce kilometre ötedeki insanların neler yaşadığını öğrenebilmektedir. Ancak bu bilgiler çok yüzeysel ve işlevsizdir, günlük programımızda herhangi bir değişiklik yapmamızı gerektirmeyecek kadar gereksizdir; her biri için sadece birkaç dakika ayrılıp sıradaki “gündem”e geçilmektedir. Artık Amerika “Günün Haberleri” adlı bir saçmalığın diyarı hâline gelmiştir ve bu haberler o kadar çoktur ki hiçbirini içselleştiremeden bir başkasına, ardından bir başkasına daha geçiş yapılır.

Post image
Breaking News, (Türkiye'de Son Dakika olarak düşünebileceğimiz) özellikle Amerika'da normal yayın akışını bozabilecek kadar önemli bir son dakika gelişmenin veya olayın aktarıldığı bir haber türü. Zaten "Günün Haberleri" ile oldukça yoğun olan normal yayın akışı, üstüne bu tarz "flaş haberler" ile bölünerek ve az öncekilerden çok daha önemli olduğunu aşırı miktarda uyarıcı görsel ve sesler ile iddia ederek bizden, halihazırda verdiğimiz dikkatimizin daha fazlasını talep eder. (görsel: freepik)

Televizyon öncesi Amerika’da bilgi edinme yöntemi olarak ağırlıklı yazılı medyanın bulunmasından ötürü günlük konuşmalardan siyasi münazaralara her şey yazılı medya tadında geçmektedir. Lincoln ve Douglas arasında gerçekleşen yaklaşık 6 saatlik (her bir adayın yaklaşık 3 saatlik bir konuşma hakkı vardı) münazaranın binlerce kişi tarafından soluksuz takip edilmesini, bu esnada da adayların onlarca zarf ve fiilimsi ile dolu beş-altı satırlık cümlelerin kurulmasını örnek veren Postman, bu münazaraları kendi zamanı Nixon-Kennedy münazaraları ile kıyaslar ve televizyonda çok daha iyi gözüken Kennedy’nin, her ne kadar (Nixon’a nazaran) saçma argümanlara sahip olmasına rağmen sıradaki Amerikan başkanı olarak seçilmesini anlatır (bu noktada YouTube’da gördüğüm ilginç bir yorumu aktarmak isterim. Bu münazarayı radyoda dinleyen kişiler Nixon’ın seçildiğini zannetmişler ;).

Günümüz siyaseti de bundan çok da farklı değil maalesef. İhtişamlı salonlarda düzenlenen programlar; kimin ne kadar düzgün giyindiği, kimin daha samimi bir selamlama seremonisi sergilediği, kimin sesinin daha çok çıktığı, kimin daha çok dinî kavramları ağzına aldığı, kimin bir başkasına daha çok laf soktuğu, kimin daha haysiyetli, kimin vatan haini olduğu ile ilgili. Kimse bir sonraki başkanın vaadinin ne olduğu ile ilgilenmiyor. Bunun yerine sevmediği siyasi figüre laf etmiş mi, buna bakıyor. İlgilenmek istese bile ortada vaat yok, olanlar da birkaç kelimelik bir slogandan ibaret (bakınız). İyi de bu vaat nasıl gerçekleştirilecek, bütçe nasıl ayrılacak, bir-beş-on yıllık süreçte nasıl bir yol izlenecek, kimler bundan nasıl faydalanabilecek, topluma katkısı ne olacak kimse bir şey anlatmıyor. Hani bazı kampanya reklamları olur; devasa harflerlerle bilmem şu kadar indirim yazar ancak ekranın altında minik harflerle kitap dolusu yazı ışık hızında geçer gider. Tam da o kimsenin okumadığı, okumak istese bile okuyamadığı yazıda bir ton şart vardır o sözde inanılmaz büyük indirimin geçerli olması için. Tıpkı buna dönüşüyor sözde vaatler.

İş maalesef bu kadarla da kalmamış ve aklınıza gelebilecek herhangi bir eylem televizyon için bir içerik haline dönüştürülmüş. Bu örnekler arasında beni en çok etkileyen ise ameliyat örneği olmuştu. Günümüzde çok sıradan bir şey haline gelmiş olsa da ilk kez bir ameliyatı televizyondan canlı izlediğinizi düşünün. Gözünüzün önünde birinin kesilip biçilmesine tanık oluyorsunuz ve işin ucunda canınız olan bu prosedür sadece televizyona içerik olsun diye kayıt altına alınıyor.

Bir başka örnek de son zamanlarda yine YouTube mecrasında karşıma çıkan bir program formatı hakkında. Her ne kadar videoların hiçbirini açıp izlememiş olsam da başlığından anladığım kadarıyla ünlü arkadaşları bir masaya oturtup soru sorular soruyorlar ancak sorular cevaplarken de acılı kanat yemesini istiyorlar. Yetmezmiş gibi her bir acılı kanattan sonra ünlünün tepkisine dikkat çekiyorlar. Yani, gerçekten mi? Başka bir soru-cevap formatı bulamadınız mı? Hatta başka formatı geçtim, normal bir şekilde karşılıklı oturup sadece ama sadece soru sorup cevaplama formatı bir yerlerinize mi battı da böyle bir format yapma hezeyanına kapıldınız? Bu soru-cevap formatının vapurda olanını gördüm, fondiplisini gördüm ama kanatlısını ilk kez görüyorum. Hani derler ya, insanlar bolluktan, sorunsuzluktan, can sıkıntısından ne yapacaklarını şaşırdılar diye; aynen öyle bir vaziyetteyiz şu an. İçerik üreticileri envai çeşit format yüzünden ne yapsak ne yapsak diye düşünürken ne yapacaklarını şaşırdılar hakikaten.

Postman siyasetten sonra dine de (din konusunda Postman sadece Hristiyanlıktan bahsediyor, bu konunun Müslüman versiyonu için şu meşhur sosyal medya meminin çıktığı “yazık kafana” programını, kaç Ramazan boyunca sorulmuş "Diş fırçalamak orucu bozar mı hocam?" gibi sorulara nail olan programları bir düşünün.) değindikten sonra bir başka önemli konuya, eğitime geliyor. Televizyonda çocuklar için onlarca programdan bahsediyor; ardından bunların çocukları eğlendirirken öğrettiğini iddia ettiklerini ancak bunun tamamen bir saçmalık olduğunu anlatıyor. Bu konuda ana örneği ise “Susam Sokağı” oluyor. Bu programda her şey çok eğlenceli, her şey oyun kıvamında ve ebeveynler bu programa bayılıyor çünkü normalde ebeveynin yapması gereken eğitim işini bir çocuk programı yapıyor ve çocuklara okul sevgisi aşılıyor! Peki bu gerçekten de böyle mi? Postman’a göre hayır! Susam Sokağı çocuklara okulu sevmeyi eğer okul Susam Sokağı gibi ise öğretiyor. Susam Sokağı’ndan bir şey öğrenmek istiyorsanız tek yapmanız gereken televizyonun önünde poponuz acıyana kadar oturmak ancak okulda bir şey öğrenmek istiyorsanız küçük saksınızın içindekini biraz çalıştırmanız gerekiyor. Acı gerçekse hiçbir okul Susam Sokağı gibi değil. Buradan çıkardığı ders ise birincil önceliğin eğitimin içeriğinden ziyade eğitimin nasıl verildiğidir; öğrenme aktif bir süreçtir, kişinin katılımını gerektirir, ekranın başında ağzınızın suları akarken yaptığınız bir şeyse hiç değildir.

Post image
80'li ve 90'lı yılların favorisi Susam Sokağı'nın Vikipedi sayfasından alıntılayacak olursam "Eğitimcilerin ve psikologların okul öncesi ve erken dönem okul çocukları için son derece yararlı bulduğu program..." veya "Eğitici, öğretici ve eğlendirici ögeleriyle okul öncesi ve erken dönem okul çocukları için sevilen ve takip edilen bir program..." (görsel: Netflix Tudum)

Çocuklarımız geleceğimizdir, gibi havalı sloganlar ile değerlerini anlamaya ve anlatmaya çalıştığımız çocukları gerçekten de pedagog eşliğinde üretilmiş birkaç çizgi filme emanet etmek elbette kulağa saçma geliyor. Bu noktada bazı anne babalar "Biz zaten kendi çocuğumuza kendimiz öğretiyoruz, çizgi filmi ise arada izletiyoruz." gibisinden bir savunmaya geçecektir. Bu öğretme ve arada sırada izletme kısmının göreceliliğini bir yana bırakırsak çocukların genel olarak belli bir yaşa kadar bu tür çizgi filmleri izlemelerinin tek sebebi hiçbir zaman çocuğun canı çizgi film izlemek istediği için değildir. Bazen bunun sebebi ebeveynin çocuk ile türlü sebeplerden ötürü ilgilenmek istememesidir. Yani çizgi film ebeveyn için sorumluluktan kaçış yoludur. Postman'ın belirttiği ebeveynin, yapması gereken görevi çizgi filmden beklemenin yanı sıra; ebeveynin yapması gereken görevi sırf yapmamak için de çizgi filme başvurması belki de çocukların "Japon balığından daha kısa" bir dikkat süresine sahip olmasında etkisi vardır. Çizgi filmin eğitici olması da işin cabasıdır.

Postman bunca örneği niye veriyor, bunca şeyi neden anlatıyor diye düşünecek olursanız cevaba da ulaşmanız çok zor olmayacaktır. Televizyon ile birlikte en önemli gördüğümüz konuların hepsi eğlence ve gösteri için birer araca dönüşmekte. Siyasette önemli olan artık adayların argümanları değil, ne kadar iyi ve güzel görünümlü oldukları; eğitimde önemli olan artık çocukların aktif bir rol alarak öğrenmeleri değil, saatlerce kalkmadan televizyonun başında oturmaları. Görünüşün, sürekli uyarımın, ardı ardına geçilen görsellerin ve videoların sebebi ise tamamıyla televizyonun ne tür bir mesaj iletim biçimine sahip olduğu ile ilgili. Dumanla haberleşerek felsefe yapma örneğini hatırlayın. Artık önemli olan içerik değil, göz alıcılık olduğu için münazaralardaki argümanlar soluklaştıkça münazaracılar da bir o kadar canlı ve renkli hâle geldiler. Görme duyusuna hitap eden bir medya aracından da ancak böyle göz alıcı bir sunum yapması beklenirdi zaten.

Ancak yazılı bir medyada durum bundan daha farklıdır. Önünüzde rengarenk görseller yerine kargacık burgacık şekiller bulunur ve sizden bu şekillerin bir araya gelmesi ile meydana gelen anlamlı kelimeler dizisini takip etmeniz beklenir. Üstelik bu takip süreci birkaç cümleden başlayıp sayfalar dolusu bir olay veya düşünce örgüsü de olabilir. Bu sebeple yazılı medyada dikkatinizi toplamanız ve önünüzdeki metnin size sunduğu zincirin her bir halkasını sırayla inceleyip resmin bütününü görmeniz gerekmektedir. Üstelik okumanızı yaparken kafanızda bazı imgelemler canlandırmanız, metnin önceki bölümlerinde bahsedilen kavramları hatırlayıp yeri geldiğinde geri çağırmanız da kaçınılmazdır. Özetle elinizdeki medya sizden, kendisiyle ilgilenmenizi, tüm dikkatinizi ona vermenizi, sadece onunla meşgul olmanızı talep etmektedir. Arkada planda favori yaz dizinizin kaçırdığınız bölümü oynarken, bir yandan Instagram'daki son gönderileri kontrol ederek bu ilgiyi ve dikkati bu tür bir medyaya veremezsiniz.

Gelelim tüm bu konuştuklarımızın dikkat süresi ve odaklanmamıza olan etkisine. 80’lerden bu yana görsel ağırlıklı medyalara maruz kalan toplumlar sizce doğal olarak birbirini takip eden düşünce zincirlerini takip etmekte zorlanmazlar mı, klasikleri okumayı bırakın birkaç satırlık açıklamaları okumaya üşenmez mi? Oyunlaştırılmamış, sıkıcı görevleri yerine getirebilirler mi? Birbiri ile uzun soluklu ve anlamlı tartışmalar yürütebilir mi? Hele son yılların birer dakikalık hatta birkaç saniyelik içerik anlamında tamamıyla boş, (neredeyse) sadece güldürme ve eğlendirme amaçlı videolarını da düşünecek olursak insanların artık birkaç kelimeden uzun cümlelere tahammülünün kalmaması normal değil mi?

Eminim birçok okuyucu bu yazının bu kadar uzun olduğunu görünce sıkılıp çıkmıştır, ancak buraya kadar gelmeyi başaran okuyuculara söylemek istiyorum. Yaklaşık 80 yıllık ömrünüzü (ki bunun ilk 20 yılı kendinizin ve dünyanın farkına varmanızla geçiyor), çok değerli vaktinizi bu tür saçmalıklara ayırarak heba etmektense uzun zamandır rafınızda tozlanan bir kitabı açıp okumak, zihninizi açmak sizin için çok daha faydalı olmayacak mıdır? Hayatınız daha anlamlı ve değerli hâle gelmeyecek midir?

İleri Okuma ve İzlemeler:

Neil Postman, Amusing Ourselves to Death

Televizyon: Öldüren Eğlence

Why We Can't Focus?

How Distraction Will Destroy Your Life

Bu İçeriği Paylaş